KÜRESELLEŞEN KENTTE “RUHUNU SATMADAN SANATÇI OLMAK”

Makaleler

KÜRESELLEŞEN KENTTE  “RUHUNU SATMADAN SANATÇI OLMAK”

Medeniyetler zincirinin önemli bir halkası olan kentler dünya siyasi ve kültür tarihinin değişiminde önemli roller üstlenmişlerdir.  İdari ve nüfus sayımsal olduğu gibi sosyo-kültürel olmak üzere iki boyutu olan kent kavramını Karl Max, üretim araçlarının, ticaret mallarının, gereksinimlerin toplanmış olduğu, yüksek zevklerin temsil edildiği yer olarak tanımlar. Emile Durkheim, kenti işbölümü ve dayanışma kavramları ile ilişkili olarak ele alırken, Max Webele kentin siyasal ve ekonomik biçimini önemser.

Sanayi öncesi yöresel koşulların ve akrabalık ilişkilerinin belirleyici olduğu geleneksel toplumlarda ortak din, kültür ve sosyal yaşam duygusunun güçlü olduğu kentler sanayi döneminde özellikle ulaşım ve haberleşme de sağlanan gelişmeler sonucunda yoğun nüfus artmışına sahne olmuş ve metropoller doğmuştur. Bu gün yarattığı koşullarla, koyduğu kurallarla kültür üretiminin merkezi durumunda ki kentler dünyayı saran iletişim, ulaşım ve enerji ağında düğüm noktası olabilmek için “küresel kentlere” dönüşmeye başlamıştır.

 

Küresel kent kavramı 1970’ler sonrası yaşanan kapital değişimin kentler üzerindeki dönüşümün adıdır. Çok uluslu sermaye dolaşımı beraberinde bilgi ve teknoloji’nin de yönünü batı da merkez olan belli başlı kentlerin dışındaki kentlere de çevirmiş. Dünyanın farklı merkezlerine yönlendirilen bu sermaye, kentleri küreselleştirmiştir. Küreselleşme sürecinde bireyin yaşadığı büyük değişimin zihinsel ve mekansal dönüşüm merkezi olarak bu kentler ön plana çıkmaktadır. Artık kentler, ekonomik, siyasal, kültür birimlerinin, sermayenin merkezi konundadır. Sahip olduğu tüm değerlerini serbest piyasada pazarlayabilir hale getirerek kendi çekim merkezlerini oluşturmaya çalışmaktadırlar.

 

Türkiye için İstanbul, ekonomik anlamda olduğu kadar kültürel anlamda da üretim ve tüketimin merkezi konumundadır. Dünya düzeninde değişen dengeler, kültür ve sanat alanında alışılageldik sanat merkezlerine alternatif yeni merkezler oluşmasına neden olmaktadır. İstanbul da bu yeni merkezler arasında öne çıkan örneklerden birisidir. Bu yeni durum, farklı kültürlerde geçmişini oluşturmuş olan ve yeni merkezlere dönüşen kentleri, küresel bir rekabetin içine sokmuştur. Bu aynı zamanda, küreselleşen kentlere yabancı / öteki olan değerlerin, merkezde yaratılan kültürle bütünleşmesine, dolayısıyla da bir tür benzeşmeye, aynılaşmaya neden olmaktadır.

Küreselleşmenin öne çıkardığı kavramlardan birisi de kuşkusuz tüketim bağımlılığıdır. Sermaye dolaşımı, beraberinde bilginin ve teknolojinin yönünü de belirlemektedir. Kentleri küreselleştiren bu akış, kent ve kentli olma kavramını değiştirdiği gibi, kentte yaşayan bireyin algı biçimini de değiştirmiştir. Kentin karmaşık sürecinde yaşayanlar, merkezlerin koyduğu kurallar ve sınırlar içerisinde yeni bir kültür üretimine katkıda bulunmaktadırlar. Oluşturulan bu farklı algı düzeyi, kent merkezlerinde insanlara yeni olanaklar sunarak, güçlü çekim alanları oluşturmaktadır. Bu durum, bireylerin merkez özlemi ile birleşince, kitlelerin çevreden merkeze doğru kaymalarına hız kazandırmıştır. Bu hızlı değişim, bireyle kent ve bireyle birey arasında ‘öteki’ bağlamında bir ilişkinin oluşmasına sebep olmuştur.

‘Merkez ve çevre’ türünden keskin ayrımlara dayalı ikili karşıtlıkları, Derrida’nın söylemiyle kırmayı denemek ve bunu başarmak mümkündür. Bu kırılmayı oluşturabilmek içinse, başta entelektüel sermayenin, sanatçıların ve kültür adamlarının, durumu tersine çevirebilecek bir yapıya önayak olmaları gereklidir.

Oysa, kültürün, ekonomi ve siyasi açıdan önemini kavrayan sermaye sahipleri kentlere sermaye desteği vererek kültür ve sanat kenti olarak popülerleştirdikleri  bu mekanları uluslararası bir  ekonomik arena haline getirmişlerdir. Festival ve Bienallere yatırım yaparak prestijlerini artırmaya çalışan sponsor şirketler,  basın ve yayın organlarını da kullanarak isimlerinin kültürle özleştirmeye çalışmaktadırlar. Günümüzde yeni müzeler açılması ve bunların yıldızlaştırılma stratejileri beraberinde yeni sanatçı isimleri gündeme getirmiştir. Küresel şirketlerin desteğini alan bu kurumlar sanat üzerinden kendi isimlerini ön plana çıkarmaktadırlar.  Bir “cemaat” karakteri ile hareket eden bu yeni oluşumlar kültür-sanata akan paradan pay alabilmek için taraflı ve güdümlü projeler üretmektedirler. Sanatçılar iki seçenek arasına bırakılmıştır. Ya bu “eğlence cemaati” içerisinde yer alacaklar “ruhlarını satarak sanatçı” olacaklar veya sorgulayarak bunun dışında kalacaklardır. Güncel sanat söylemlerini malzeme karakteri üzerine kuran bu cemaatler içinde, yer alan sanatçılar tekrarladıkları imgeleri mizahla buluşturarak dijital ortamda karikatür yapa dursunlar…  sermaye tarafından bu derece kuşatılan bir sanat ortamında, paraya tahvil edilenin sadece sanat eseri, ama sanatçının yargısı olmadığı sürece,  “ruhunu satmadan sanatçı olma” yı başaran sanat üreticileri gelecekte bu ülkenin gerçek sanatçıları ve kültür üreticileri olarak anılacaklardır.

 

 

 

Devabil Kara

 

 

Kaynaklar.HATT, Paul ve REİSS, Albert, “Kentsel Yerleşimlerin Tarihi”, 20.Yüzyıl Kenti, (Der. ve Çev. Bülent Duru ve Ayten Alkan), İmge Yayınevi, Ankara,2002